29 Temmuz 2015 Çarşamba

Robin Cook'un Denek'i ve Nanoteknoloji

Son okuduğum tıbbi gerilim türündeki kitabım tam da deniz kenarında şezlonga uzanıp okunacak türdendi. Parkta, plajda, hep açık havada okudum, çabucak bitiverdi. Çok sürükleyici olduğunu belirteyim, bir açınca bir tomar okumadan bırakamıyordum.


Yıllar önce kiralık evimizden kendi evimize taşınırken, evimizi taşıyan işçilerin en çok şikayet ettiği şey kitapların fazla olmasıydı, taşı taşı bitmedi kitaplar. Sonunda biri isyan etti "Okuduktan sonra başkalarına versenize" diye. Bir daha okumak isterim belki diye biriktirdiğim kitapların çoğu bir daha okunmuyor. Adamın basit ve faydalı bir mantıkla verdiği öğüde uyuyorum şimdi. Tabi kendime sakladığım başucu kitaplarım var, dönüp dönüp tekrar okuduğum ama beğendiğim diğerlerini veriyorum artık kütüphaneye veya bir kargoyla kuzenime gidiyor. Tek kriterim okunduğundan emin olmak çünkü seçerek veriyorum, kuzenimin de okuduğunu biliyorum. 

Denek'in orijinal adı Nano. Anlaşılacağı üzere nanoteknoloji üzerine yazılmış bir roman. Bu teknolojiyi Bilim ve Teknik gibi dergilerde okumuş ama tam anlamıyla öğrenememiştim. Oldukça ilgi çekici bir dal. Kaçmayan ince çoraplar, ıslanmayan kumaşlar gibi üretimler yapıldığını duymuştum nanoteknolojiyle ama şimdi kitap sayesinde en çok bilgi sahibi olduğum konu tıp alanında. Çünkü kitabın yazarı ünlü bir doktor ve hoca aynı zamanda. 

Yeni bir teknoloji olması sebebiyle yeni bulguların, nanoteknoloji şirketlerinde etik olmayan bir şekilde; hayvanlarda bile denenmeden, insanlar üzerinde yaptıkları deneylere dayanıyor konusu. Amaç ürünün piyasaya sürülme zamanını kısaltmak ve diğer nano teknoloji Ar-Ge şirketleriyle yapılan rekabette öne geçip buluşun kaymağını yemek.

Kitabın tek kötü yanı roman kahramanlarından iyi olanların kaybediyor olması. Umudumuz o  ki gerçek hayatta iyiler kazanır ve yazarın ithaf ettiği gibi nanoteknolojinin tıbba vaat ettikleri, dezavantajları minimal düzeyde olacak şekilde gerçekleşir.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Armudun İyisini Ayılar mı Yer?

Doğan Cüceloğlu'nu çok severim. Savaşçı adlı kitabını okudum, kişisel gelişim konusunda önemli noktalara temas edip, isabetli yorumlar yapıyor. Bir blogger, Doğan Cüceloğlu'nun yurtdışında yaşadığı bir anısını aktarmış, gerçekten çok hoşuma gitti. Çocuklarla iletişim ve örnek aile hayatının ipuçlarını vermesi açılarından güzelliği beni etkiledi. Armudun iyisini ayılar mı yer? Hiç de öyle olmayabilir, buyurun...

In a Cezanne Mood

AŞK YOLU: ARMUDUN İYİSİNİ AYILAR MI YER? (yeni): Doğan CÜCELOĞLU Kaliforniya'da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde ben...

17 Temmuz 2015 Cuma

Vefâ Dolu Bayramlar...

Mevlana'nın dediği gibi dünle beraber gitti ne kadar söz varsa düne ait, bugün yeni şeyler söylemek lazım :)

" Her gün bir yerden göçmek ne iyi
  Her gün bir yere konmak ne güzel
  Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

  Dünle beraber gitti cancağazım
  Ne kadar söz varsa düne ait
  Şimdi yeni şeyler söylemek lazım."


Umarım sizin bayramınız da oradan oraya konarak geçer, gezerek veya bayram ziyaretleri gerçekleştirerek, bol muhabbetli... Kendimizi şarj ederek, sularımızı bulandırmadan, donmadan coşkuyla akalım sonrasında...

Blogcu'da yazan bir yazarın bayram mesajını size taşımak istiyorum ben, çok hoş, aslında bu bir dua:


"Bayram Yeri" dediğimiz yer, yüreğimizdedir.
Orası herkese iyilik ve hayırda bulunduğumuz yerdir.
Selâmet ve sekînetin, coşkunluğun ve gülüşlerin anlam bulduğu demdir.
Ahlâkımızın Muhammedî bir ahlâka dönüşebilmesi için
"bayram yeri"miz hep O'nunla olsun dilerim, muhabbet ile...
-
Rabbim bayramın hoşluğunu lâtifliğini üzerimize, yüreğimize, dilimize giydirsin.
Vefâ dolu bayramlar...
(Fâtıma Zehra Merinos)  

9 Temmuz 2015 Perşembe

HAC - (ve yine) Paulo Coelho

Ramazan ayı huzur, barış ve paylaşma ayıdır. Dargınlar barışır, kutsaldır yani. Ama televizyon haberlerini izledikçe gördüğüm yaşanan kavga, gürültü, çatışmalar bu ayda da değişmiyor malesef, üzücü... Bir de oruç ayıdır tabi, bazıları hasta olmasına rağmen orucundan vazgeçmez, ilacını almaz. Vücuduna zarar vermek bana sevap değil, günah geliyor. İbadet edilecekse de içten gelmeli, aşkla yapılmalı bence. "Ay yine namaz vakti geldi" diye düşünüp namaz kılınacaksa kılmayalım daha iyi, ya da "İftara filanca saat kaldı, çabuk geçsin" diye saatler, dakikalar sayılacaksa da tutulmasın bence oruç.

Gelelim Paulo Coelho'nun Hac romanına... İslamiyet, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç edişi gibi, tüm inananların ömürlerinde en az bir kez Kabe'yi ziyaret etmelerini gerektirir ya, Hıristiyanlar da birinci bin yılda üç yolu kutsal sayıyorlardı. Bu yolları aşanların kutsandığına ve günahlarının bağışlandığına inanılıyordu. Birinci yol, Aziz Petrus'un Roma'daki mezarına giden yol. İkinci yol, Hz. İsa'nın Kudüs'teki Kutsal Kabrine giden yoldu. Fransa'nın Saint-Jean-Pied-de-Port kenti ile İspanya'daki Santiago de Compostela Katedrali arasındaki yedi yüz kilometrelik üçüncü yolu ise bugün bile mistikler, sofular ve araştırmacılar yayan gidiyorlar. Burada romanın baş kahramanı yine kendisi olan yazar Santiago Yolu'nun yürüyerek katediyor. Yürüyüş esnasında bulmak istediği bir kılıç var ve Tapınak Şövalyeleri'nden biri O'na rehberlik ediyor. Ayrıntıları merak ediyorsanız kitabı okuyun, ben tüm merakı burada gidermeyeyim :))

Aspendos - Antalya

Romandan bazı alıntılara yer vereyim istiyorum: ... "Bizi kutsal ruhla birleştiren kutsal metinlerin yüzlerce, binlerce kez okunması değil, bu coşkunun ta kendisi. Sonuçta insanı insan kılan, varoluşun gizemi konusunda durmaksızın geliştirdiği kuramlar değil, yazgısını yerine getirmeye karar vermesi." ...

... " Yürekten savaş, hayallerimiz uğruna verilen savaştır. Gençken ve hayallerimiz yüreğimizde ilk kez tüm güçleriyle patladığında çok cesuruzdur; ama henüz nasıl savaşılacağını öğrenmemişizdir. Büyük bir çaba göstererek nasıl savaşılacağını öğreniriz, ama o zaman da artık savaşa girecek cesareti kendimizde bulamayız. O yüzden kendimize yönelir ve içimizde savaşırız. Kendimizin en kötü düşmanı olur, çıkarız. Hayallerimizin çocukça olduğunu, gerçekleştirilemeyecek kadar zor olduğunu, ya da hayatı yeterince tanımaktan korktuğumuz için hayallerimizi öldürürüz. 

Hayallerimizi öldürdüğümüzün ilk belirtisi vakitsizliktir. Hayatımda tanıdığım en işi başından aşkın insanlar, her zaman herşeyi yapmaya vakit bulmuşlardır. Hiç birşey yapmayanlar ise her zaman yorgundurlar ve yapmaları istenen azıcık işle bile hiç ilgilenmezler. Durmadan günün çok kısa olduğundan yakınırlar. Aslında yürekten savaş vermekten korkarlar. 

Hayallerimizin ölmesinin ikinci belirtisi sınırlılıklarımızda yatar. Hayatı büyük bir serüven olarak görmek istemediğimiz için, hayattan pek az şey beklemekle bilgece, hakça ve doğru davrandığımızı düşünmeye başlarız. Günlük yaşamımızı kuşatan duvarların ötesine baktığımızda kırılan mızrakların sesini işitir, toz ve terin kokusunu duyar, büyük yenilgileri ve savaşçıların gözlerindeki yangını görürüz. Ama savaşa girenlerin yüreklerindeki sevinci, büyük hazzı asla görmeyiz. Onların gözünde zafer de, yenilgi de önemli değildir; önemli olan, yanlızca yürekten savaşıyor olmalarıdır.

Ve son olarak, hayallerimizin yokolup gitmesinin üçüncü belirtisi huzurdur. Hayat bir pazar günü öğlden sonrasına döner; büyük şeyler istemez oluruz, vermeye razı olduğumuzdan daha fazlasını istememeye başlarız. Bu durumda kendimizin olgunlaşmış olduğunu düşünürüz; gençlik düşlemlerimizi bir yana bırakır, kişisel ve profesyonel başarının peşine düşeriz. Yaşıtlarımızın hala hayattan beklediği birşeyler olduğunu söylemeleri karşısında şaşkınlığa uğrarız. Ama aslında yüreğimizin derinlerinde biliriz ki; hayallerimiz uğruna savaşmaktan vazgeçmiş, yürekten savaş vermekten kaçmışızdır. 

Hayal etmekten asla vazgeçmemelisin. Hayaller ruhun besinidir, tıpkı yemeğin bedeni beslediği gibi. Hayatımızda birçok kez hayallerimizin paramparça olduğuna, isteklerimizin yerine gelmediğine tanık oluruz, ama hayal kurmayı bırakmamamız gerekir. Bırakırsak, ruhumuz ölür." ...