|
Kaynak: kitapveyorum.com
Yazarlık atölyemizin Facebook Sayfasında bir arkadaşımız bu yazıyı paylaştı, ben de çok beğendim ve sizlerle paylaşmak istiyorum:
|
Oldukça erken bir yaştan, belki beş ya da altı yaşından itibaren büyüyünce yazar olmam gerektiğini biliyordum. On yedi ile yirmi dört yaşlarım arasında bu fikirden caymaya çalıştıysam da, bunu yaparken esas doğama zulmettiğimin ve er ya da geç yola gelip kitap yazmam gerekeceğinin bilincindeydim. Üç kardeşin ortancasıydım, ama iki kardeşimle de aramda beşer yaş vardı ve sekiz yaşıma gelene dek babamı hemen hiç görmedim. Hem bu yüzden hem de başka sebeplerden ötürü biraz yalnızdım ve kısa sürede okul günlerim boyunca sevilmememe yol açacak nahoş bir yapmacıklık geliştirdim. Yalnız çocuklara özgü olan hikaye uydurmak ve hayali insanlarla konuşmak gibi alışkanlıklarım vardı ve sanırım edebiyat tutkum ta en başından beri dışlanmış ve küçümsenmiş olma hisleriyle birlikte ilerliyordu. Sözcüklerle aramın iyi olduğunu ve tatsız gerçeklerle yüzleşme yetisine sahip olduğumu biliyor ve bunun günlük yaşamdaki başarısızlığımdan kendimi koruyabileceğim bir çeşit kişisel dünya yarattığını hissediyordum. Tüm bunlara rağmen, bütün çocukluğum ve gençliğim boyunca ürettiğim ciddi -yani ciddi bir şekilde tasarlanmış- sayfalar yarım düzine bile etmez. İlk şiirimi dört ya da beş yaşımdayken anneme dikte ederek yazdım. Şiirin bir kaplan hakkında olması ve kaplanın 7 "sandalyemsi dişleri" (aslında gayet güzel bir ifade, ama şiirin Blake'in "Kaplan, Kaplan" şiirinden aşırma olduğunu sanıyorum) dışında, hiçbir şeyini hatırlamıyorum. On bir yaşında, 1914-18 savaşı patlak verdiğinde yazdığım vatansever şiir gibi, iki yıl sonra Kitchener'ın ölümü üzerine yazdığım şiir de yerel gazetede basılmıştı. Biraz daha büyüdüğümde, arada sırada kötü ve genelde bitmemiş, George dönemine özgü "doğa şiirleri" yazıyordum. Bir keresinde kısa öykü yazmaya kalkıştıysam da, sonuç korkunç bir fiyasko olmuştu. Tüm o yıllar boyunca kağıda geçirdiğim sözüm ona ciddi eserlerin tamamı bundan ibaretti. Yine de bu süre boyunca bir anlamda edebi etkinliklerim oldu. Öncelikle hızla, kolayca ve pek de zevk almadan üretti¬ğim ısmarlama şeyler vardı. Ödevlerin yam sıra, şimdi bana hayret verici gelen bir hızla ortaya çıkarabildiğim "günün anlam ve önemine uygun", yarı mizahi şiirler yazıyor, on dördümde, Aristofanes'i taklit ederek kafiyeli bir oyunun tamamını aşağı yukarı bir haftada yazmıştım-ve hem el yazması hem de basılı okul dergilerinin yayına hazırlanmasına yardımcı oluyordum. Bu dergiler, aklınızın alabileceği en acınası derecede gülünç şeylerdi ve bugün en ucuz gazeteciliğin gerektireceğinden daha bile az uğraşıyordum onlarla. Fakat tüm bunların yanında, on beş yıl ya da daha uzun bir süre boyunca, oldukça farklı türden bir edebi alıştırma yaptım: kendim hakkında süre giden bir "hikaye"nin uydurulması, yalnızca aklımda var olan türden bir günlük. Bunun, çocuklar ve ergenlerde yaygın olan bir alışkanlık olduğunu sanıyorum. Çok küçük bir çocukken, kafamda mesela Robin Hood olduğumu kuruyor ve kendimi heyecanlı maceraların kahramanı olarak hayal ediyordum. Fakat "hikayem" kısa sürede kabaca narsistçe olmaktan çıkıp giderek yaptığım ve gördüğüm şeylerin sade bir tasvirine dönüşüyordu. Bir seferde kafamdan dakikalarca şu tür şeyler ge¬çiyordu: "Kapıyı iterek açtı ve odaya girdi. Sarı bir güneş ışığı huzmesi, muslin perdeden süzülerek, bir hokkanın ve yanında yarı açık duran kibrit kutusunun durduğu masaya düşüyordu. Sağ eli cebinde, pencereye yöneldi. Sokakta, üç renkli bir kedi, ölü bir yaprağın peşindeydi," vs. vs. Bu alışkanlık yaklaşık yirmi beş yaşına gelene kadar, gayri edebi yıllarım boyunca varlığını sürdürdü. Doğru sözcükleri aramam gerekmiş olsa da, ki aradım, bu tasvir çabasını dışarıdan gelen bir dürtüyle, neredeyse iradem dışında gösterir gibiydim. "Hikaye", tahmin ediyorum, farklı yaşlarda hayranlık duyduğum çeşitli yazarların stillerini yansıtmış olmalı, ancak hatırladığım kadarıyla hep aynı titiz tasvir niteliğine sahipti. Yaklaşık on altı yaşındayken, birdenbire sade sözcüklerin hazzını, yani sözcüklerin seslerini ve çağrışımlarını keşfettim. Kayıp Cennet'ten* Böyle meşakkatle ve emekle devam eder, meşakkat ve emekle ... ** dizeleri, şimdi bana artık o kadar harika gelmeseler de o zaman tüylerimi diken diken ediyorlardı ve "he"nin "hee" diye yazılması ayrıca büyük bir zevkti. Bir şeyleri tasvir etme ihtiyacı konusunda ise her şeyi biliyordum. O zamanlar kitap yazmak istediğim söylenebilirse, ne tür kitaplar yazmak istediğim ortadaydı: Mutsuz sonları olan; ayrıntılı tasvirler, çarpıcı benzetme- * John Milton'ın, Adem ile Havva'nın cennetten kovuluşunu anlatan epik şiiri. (ç.n.) ** So hee with difficulty and labour hard Moved on: with difficulty and labour hee (e.n.) ler ve sözcüklerin bir ölçüde kendi sesleri uğruna kullanıldığı ağdalı pasajlarla dolu muazzam natüralist romanlar yazmak istiyordum. Ve otuz yaşındayken yazdığım, ama çok daha önceden tasarlamış olduğum ilk tamamlanan romanım Burma Günleri, gerçekten de daha çok bu tarz bir kitaptır. Geçmişimle ilgili tüm bu bilgileri veriyorum, çünkü bir yazarın dürtülerinin ilk gelişimine dair bir şeyler bilinmeden değerlendirilebileceğine inanmıyorum. Yazarın meselesi yaşadığı çağ tarafından belirlenecektir -bu en azından bizimki gibi hareketli ve devrimci çağlar için geçerlidir- fakat yazar, daha yazmaya başlamadan, hiçbir zaman tamamen kurtulamayacağı duygusal bir tutum edinmiş olacaktır. Kuşkusuz, coşkusunu dizginlemek ve olgunlaşmamış bir aşamada, sapkın bir ruh halinde takılıp kalmaktan kaçınmakla yükümlüdür; fakat erken dönem etkilerinin hepsinden birden kaçtığında, yazma itkisini de öldürmüş olur. Geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda yazmayı (en azından nesir yazmayı) sağlayan dört temel dürtü vardır. Bu dürtüler, her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüleri her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir. Bunları şöyle sıralayabiliriz: (I) Katıksız egoizm. Zeki görünme, hakkında konuşulma, ölümden sonra hatırlanma, çocukluğunda kendisini hakir gören yetişkinlerden intikam alma vb. arzular. Bu dürtü yokmuş, güçlü değilmiş gibi davranmak saçmalıktır. Yazarlar bu özelliği bilim insanları, politikacılar, avukatlar, askerler ve başarılı iş adamlarıyla; kısacası insanlığın üst tabakasıyla paylaşır. İnsanların büyük çoğunluğu aşırı bencil değildir. Otuz yaşından sonra, birey olma hissini neredeyse tamamıyla terk eder ve genellikle başkaları için yaşar, veya sadece ağır işlerin altında ezilirler. Ancak bir de, sônuna dek kendi hayatlarını yaşamakta 10 kararlı olan iradeli ve yetenekli insanlardan oluşan bir azınlık vardır ve yazarlar bu sınıfa dahildir. Şöyle söyleyebilirim ki, ciddi yazarlar gazetecilere oranla paraya daha az düşkün olsalar da, sonuçta daha kibirli ve benmerkezcidirler. (il) Estetik coşku. Dış dünyada ve diğer yandan sözcüklerde ve sözcüklerin doğru bir şekilde düzenlenmelerinde güzelliğin algılanması. Şu ya da bu sesin etkisinden, iyi nesrin sertliğinden ya da iyi bir hikayenin ritminden zevk duymak. Kişinin değerli bulduğu, kaçırılmaması gerektiğini hissettiği bir deneyimi paylaşma tutkusu. Estetik dürtüsü, birçok yazarda oldukça güçsüzdür; ama propaganda ya da ders kitabı yazan bir yazar bile, faydacı olmayan nedenlerle hoşuna giden sözcükleri ya da ifadeleri sevecektir veya tipografiyi, kenarların genişliğini vs. önemseyecektir. Demiryolu kılavuzu seviyesinin üstündeki hiçbir kitap estetik kaygılardan tamamen muaf değildir. (III) Tarihsel itki. Şeyleri oldukları gibi görme, gerçekleri bulma ve gelecek nesillerin kullanımı için saklama arzusu. (iV) Politik amaçlar. "Politik" sözcüğü mümkün olan en geniş anlamında kullanılarak. Dünyayı belirli bir yöne götürme, diğer insanların uğrunda çabalamaları gereken toplumun nasıl bir şey olduğu hakkındaki fikirlerini değiştirme. Bir kez daha söylüyorum: Hiçbir kitap politik eğilimlerden gerçekten bağımsız değildir. Sanahn politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur. Bu farklı itkilerin nasıl birbirleriyle mücadele etmek ve kişiden kişiye ve zamandan zamana değişmek zorunda oldukları görülebilir. "Yaradılış"ın ilk yetişkin olduğunuzda eriştiğiniz durum olduğunu düşündüğünüzde; yaradılış itibarıyla, ilk üç dürtünün dördüncüye ağır bastığı bir insanım. Barışçıl bir çağda şatafatlı ya da sadece betimleyici kitaplar yazabilir ve 11 politik bağlılıklarımdan neredeyse bihaber olabilirdim. Ancak şimdi bir tür propagandacı olmak zorunda bırakıldım. İlk olarak, uygun olmayan bir meslekte beş yıl geçirdim (Burma' da Hint İmparatorluk Polisi olarak); ardından yoksulluk çektim ve başarısızlık hissini yaşadım. Bu, otoriteye olan doğal nefretimi artırarak, ilk defa çalışan sınıfların varlığının tamamen farkına varmama yol açtı. Burma' da ki iş ise, emperyalizmin doğasını biraz olsun anlamamı sağladı. Ancak bu deneyimler, kesin bir politik yönelime sahip olmam için yeterli değildi. Ardından Hitler, İspanya İç Savaşı vs. geldi. 1935'in sonunda hala kesin bir karara varamamıştım. O tarihte yazdığım, ikilemimi dışa vuran küçük bir şiir hatırlıyorum: 12 Mutlu bir papaz olabilirdim İki yüz yıl önce Tanrı'nın hükmü hakkında vaaz vermek Ve cevizlerimin büyümesini izlemek üzere; Ama yazık ki doğdum şeytani bir çağda, Kaçırdım o hoş sığınağı, Zira üst dudağımın üstünde tüy bitti Ve tüm ruhban sinekkaydı. Ve sonra hala zaman iyi zamandı, Ne kadar da kolay tatmin oluyorduk, • Dertli düşüncelerimizi sallayıp uyuttuk Ağaçların koynunda. Hepimiz de cahil, cüret ettik Şimdi gizlediğim hazlara sahip olmaya; Elma dalındaki yeşil ispinoz Düşmanlarımı titretebilirdi. Ama kızların belleri ve şeftalileri, Gölgeli bir akıntıda sazan, Atlar, şafak vakti uçan ördekler, Tüm bunlar bir hayal. Yasak tekrar hayal kurmak; Hazlarımızı sakatlıyor ya da saklıyoruz: Atlar krom çeliğinden yapılmış Ve onlara küçük şişman adamlar binecek. Asla dönmemiş olan helezonum ben, Haremi olmayan harem ağası; Rahiple komiser arasında Yürüyorum Eugene Aram gibi; Ve komiser falıma bakıyor Radyo çalarken, Fakat rahip bir Austin Seven söz verdi, Çünkü Duggie hep öder. Rüyamda mermer salonlarda oturduğumu gördüm, Ve uyanıp gerçek olduğunu keşfettim; Böyle bir çağ için doğmamıştım; Ya Smith? Ya Jones? Ya sen? İspanya İç Savaşı ve 1936-37 yıllarındaki diğer olaylar durumu değiştirdi ve ondan sonra nerede durduğumu bilmeye başladım. 1936'dan bu yana yazdığım ciddi eserlerin her satırı, doğrudan ya da dolaylı olarak, totalitarizme karşı durarak ve -benim anladığım biçimiyle- demokratik sosyalizmi destekleyerek yazıldı. Bizimki gibi bir dönemde insanın bu tür konular hakkında 13 yazmaktan kaçınabileceğini düşünmek bence saçmalık. Herkes şu ya da bu biçimde bunlar hakkında yazıyor. Bu, basitçe, hangi tarafta durduğunuz ve hangi yaklaşıma sahip olduğunuzla ilgili bir mesele. Ve politik eğilimlerinin bilincine vardıkça, insanın, estetik duygusundan ve entelektüel duruşundan taviz vermeksizin politik davranma olanağı da artıyor. Geçtiğimiz on yıl boyunca en çok yapmak istediğim şey, politik yazarlığı sanata dönüştürmekti. Başlangıç noktam hep bir partizanlık hissi, bir adaletsizlik duygusu oldu. Kitap yazmaya koyulduğumda, kendime, "bir sanat eseri üreteceğim," demiyorum. Yazmak istiyorum, çünkü ortaya çıkarmak istediğim bir yalan, dikkat çekmek istediğim bir olgu var ve başlangıçtaki kaygım, sesimi duyurmak. Ancak aynı zamanda estetik bir deneyim de olmasaydı asla bir kitap, hatta uzun bir dergi yazısı yazma işinin üstesinden gelemezdim. Eserlerimi inceleyecek herkes, düpedüz propaganda olduklarında dahi, profesyonel bir politikacının önemsiz addedeceği birçok şey içerdiklerini görecektir. Çocukluğumda edindiğim dünya görüşünden tamamıyla vazgeçmeyi ne becerebilirim ne de istiyorum. Yaşamaya devam ettiğim sürece, nesir tarzına dair net fikirlere sahip olmayı, dünyanın yüzeyini sevmeyi ve sağlam nesnelerden; işe yaramaz bilgi kırıntılarından zevk almayı sürdüreceğim. Bu yönümü bastırmaya çalışmanın faydası yok. Yapmam gereken, içime işlemiş olan beğendiğim ve beğenmediğim şeyleri, bu çağın hepimize dayattığı; özünde kamusal, gayri-bireysel etkinliklerle bağdaştırmak. Bu kolay değil. Yapı ve dil sorunlarını ve yeni bir şekilde, doğru sözlülük sorununu yaratıyor. Ortaya çıkan zorluğun basit bir örneğini vermeme izin verin. İspanya İç Savaşı hakkındaki kitabım Katalonya'ya Selam, tabii ki açıkça politik bir kitap, ancak ağırlıklı olarak belirli bir mesafe ve biçim gözetilerek yazıldı. Edebi içgüdülerimi ihlal etmeden hakikatin tamamını anlatmak için çok çabaladım. Fakat kitap diğer her şeyin yanında, Franco ile beraber komplo düzenlemekle suçlanan Troçkistleri savunan, gazetelerden alıntılarla vs. dolu uzun bir bölüm içeriyor. Bir-iki yıl sonra sıradan okurun gözünde ilginçliğini kaybedecek olan böylesi bir bölümün kitabı mahvetmek zorunda olduğu açık. Saygı duyduğum bir eleştirmen bana bu konuyla ilgili nutuk çekmişti. "Neden tüm o şeyleri yazıya koydun?" dedi. "İyi bir kitap olabilecek bir şeyi gazeteciliğe çevirmişsin." Söylediği şey doğruydu, ama başka türlüsünü yapamazdım. İngiltere' de çok az insanın bilmesine izin verilen bir şeyi, masum insanların haksız yere suçlandığını biliyordum. Buna sinirlenmiş olmasaydım, kitabı asla yazmamam gerekirdi. Bu sorun, şu ya da bu biçimde tekrar ortaya çıkıyor. Dil sorunu daha incelikli bir mevzu ve tartışılması da fazlasıyla uzun sürer. Yalnızca, son yıllarda daha ilginç ve betimleyici olmak yerine daha açık yazmaya çalıştığımı söyleyeceğim. Her koşulda, zaman içinde her türlü yazım tarzının mükemmelleştirdikçe aşılacağını düşünüyorum. Hayvan Çiftliği, ne yaptığımın tamamen bilincinde olarak politik ve sanatsal amaçları bir bü¬tünde kaynaştırmayı denediğim ilk kitaptı. Yedi yıldır roman yazmıyorum, fakat çok yakında bir tane daha yazmayı umuyorum. O da bir başarısızlık olmaya mahkum. Her kitap bir başarısızlıktır, fakat ne tür bir kitap yazmak istediğimi açık bir biçimde biliyorum. Dönüp son birkaç sayfaya baktığımda, sanki yazma dürtüm sadece toplum yararına odaklanan türdenmiş gibi gösterdiğimi görüyorum. Bıraktığım son izlenim bu olsun istemem. Tüm yazarlar kibirli, bencil ve tembeldir ve dürtülerinin altında bir gizem yatar. Kitap yazmak, acı verici bir hastalığın uzun süren nöbetleri gibi insanı bitiren korkunç bir mücadeledir. Ne karşı 15 koyabileceği ne de anlayabileceği bir iblis tarafından itilmese, insan asla böyle bir işe kalkışmazdı. Biliyoruz ki, bu iblis, herkeste, bir bebeğin ilgi çekmek için ciyak ciyak ağlamasına yol açan içgüdünün aynısıdır. Fakat yine de, sürekli kendi kişiliğini gizleme mücadelesi vermediği sürece insanın okunabilir hiç bir şey yazamayacağı da doğrudur. İyi nesir, pencere camına benzer. Hangi dürtülerimin daha güçlü olduğunu kesin olarak söyleyemem, fakat hangilerinin peşine düşülmesi gerektiğini biliyorum.
Ve dönüp eserlerime baktığımda, politik bir amacım olmayınca hep ruhsuz kitaplar yazdığımı ve ağdalı pasajlara, anlamsız cümlelere, süslü sıfatlara ve genel olarak saçmalığa kapıldığımı görüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder