31 Ocak 2016 Pazar

Akşam Yürüyüşü

Dün akşam yürüyüşe çıktım ve hava ılık olmasına rağmen ortalıkta kimsecikler yoktu. Ya da bana termal taytla filan ılık geldi :) Ortalık köpek kaynıyordu, bu arada biri bu bodüre çıkmış diğer köpeklerin havlamalarına kızgın havlamalarla cevap veriyordu.


Arabayı otoparka bırakıp yürümeye başladım. Dönüşte bir banka oturup birşeyler atıştırdım ve Whatsapp'ta takıldım. Tam kafam önümde mesaj yazıyordum ki, karanlıklardan bir sokak genci çıkıp benden para istedi. Elinde dua kartları vardı. Kardeşlerinin ve kendisinin aç olduğunu söyledi, mutlu anlarımda dilencilere para veririm. Çocuk uyuşturucu kullanıyor gibi duruyordu ama biraz da korkumdan, (çünkü ağaçların arasında kimse yoktu ve o an istese çantamı alabilir, bana zarar verebilirdi) para verdim. Ben devamlı aynı yerde yürüyüş yaptığım için daha önce de görmüş olabilir aslında. İnşallah karnını doyurur, beni günaha sokmaz.

Parkın iç tarafındaki apartman dairelerinden biri ilgimi çekti sonra. Perdeler açık loş bir ışık geliyordu içeriden. Gözlerimi kapadım ve denize sıfır bir dairede güneşin batışını izlediğimi hayal ettim, yanımda sevgilim ve elimde şarap kadehiyle... Gerçekten tüm benliğimle hissettim o zevki. Çok nadir anlarda başkalarına özenirim, hemen hemen hiçbir zaman. Ama dün akşam o dairelerden birinin sahibi olmak isteği duydum içimde. 

Şimdi kahvem bitmek üzere ve pazar sabahı yürüyüşüne çıkacağım. Gezindiğim yerlerden kareler sunayım size. Başka bir sabah yürüyüşünden...




 Mutlu pazarlar!

30 Ocak 2016 Cumartesi

L.O.V.E.

Yayınımı dün yaptığım kurabiyelerle açıyorum. Resimden anlaşılacağı gibi kime yapıldığı belli... Hamur ve krema tarifini yeni keşfettiğim yemek.com sitesinden aldım. Paylaşayım, resimde gördüğünüz gibi ben farklı yorumladım yapım şeklini: Sandviç kurabiye tarifi 


Falezlerde yürüyüşlerimi aksatmıyorum. Yürürken de enfes manzaralar izliyorum. Seçmece bir tane görmek ister misiniz? Güneş tam bu sivri zirveli dağın arkasında batarken...


Antalya Kaleiçi'ni bilmeyen yoktur. Eski evler koruma altına alınmıştır ve yıkılmaz, sadece restore edilebilir. Butik pansiyonlar, oteller ve barlar bulunur. Hepsi birbirinden güzel... Her perşembe yürüyüş grubumdaki arkadaşlarla Karaf Bistro'da toplanıyoruz. Genelde de bir fotoğraf gösterisi yapılıyor. Öncesi ve sonrasında da bol bol sohbet. Adından da anlaşılacağı gibi bir şarap evi, bir konak restore edilerek yapılmış, içi şahane. Geçen perşembe oraya gitmeden canım bira istediği için Shaker Pub diye bir yere uğradım. Bira ve patates kızartması istedi o gün canım. Dışarıda yanan bu ateşin dibinde oturmak da beni cezbetti.


Çok genç bir kesime hitabeden bir bardı. Canlı müzik grubunun solisti de sesini çok amatörce kullanıyordu, şarkıları çoğu kez bozdu. Ayrıca fazlasıyla şişirilmiş bir ücret ödedim patatesler için. Ama yine de o ateşe değerdi diyeyim ;) ve bu yazımı bitireyim...

Mutlu bir haftasonu olsun...

26 Ocak 2016 Salı

Son Zamanlarda...

Uzun süre bloga yazmayınca içim bir tuhaf oluyor, ne kadar meşgul olursam olayım yazayım istiyorum, hatta ne yazacağımı bilmesemde... 

Son günlerde Antalya'da aşırı bir rüzgar var. Kafamıza birşey düşecek diye insanlar evinden çıkmaya korkuyor işte ben böyle bir pazar günü evden çıkıp mahallemizin yakınındaki parktaki çiçekleri çektim kendimi eğlendirmek için, az da olsa bir yürüyüş, hareket...



Halim Yazıcı'nın şiir kitabını bitirdim dün. O kadar soyut anlatımlar var ki, cümleler o kadar havada kalıyor ki. Tamam ödüllü olabilir ama benim tarzım değil dedirtiyor. Ben anlatılanı tam olarak kavrayabilmeliyim. Birşeyler havada kalınca kafa karışıklığı yaratıyor.

Önümüdeki ay Milly Johnson'un D&R'da bulunan bütün kitaplarını almayı planlıyorum. O kadar iyi geliyor ki, tam kadın diliyle yazılmış ve kadınlara göre! Kadınlara dair ne varsa, her türlü ilişki, aşk, annelik konularını işliyor. Ve de idealimizdeki romantik erkek kahramanları var :). Hafif, esprili birşeyler okuyayım derseniz tam size göre...

Şimdi bitirmem gereken işlere dönmem gerekiyor diyordum ki kahvem geldi. Ben biraz daha laflayayım kahve eşliğinde...

Yine bulutlu ve hafif yağmurlu bir günde de sahile gittim. Bulutlarla kaplı gökyüzü ve denizi izlemenin keyfini tatmışsınızdır. İnce kumda sahilde köpekler sevimli sevimli oynaşıyordu, bir video bile çektim, bir sorunla karşılaşmazsam sizinle paylaşacağım, aksi halde bol bol fotoğraf... Termosuma kahvemi almış kıyıda onları izliyordum, sonra biri yanıma sokuldu, sevmez de ne yaparsınız? Ama sonra termos bardağımdaki kahvenin bir yalamalık tadına bakmaz mı aniden!!









İyi seyirler...

17 Ocak 2016 Pazar

Beklenmeyen Misafir - Agatha Christie

Star Wars Güç Uyanıyor filminden sonra vizyonda izlemeye değer bir film göremedim. Cuma akşamüstü Antalya'daki tüm sinemaların programlarını gözden geçirdim, hepsinde kalitesiz Türk filmleri...

Dün sabah hava çok güzeldi. Kahvaltımı yapmadan evden çıktım, kendimi bir pastaneye atıp doyurduktan sonra öğleye kadar yürüyüş yaptım. Bugün ise hava kapalı ve rüzgarlı, kitaplarımla başbaşayım. Bir de canım annemle. Tatlısından salatasına her türlü besliyor beni bugün :)

Bu kitap böyle bir kedi kucaklanarak okunmalıydı :)
Agatha Christe'nin bu romanını mahallemize yakın bir kütüphaneden aldım ve hemen okumaya başladım. Daha roman başlar başlamaz birkaç paragraf sonra bir cinayet işleniyor. Bir kadın kocasını öldürüyor. Kaybolmuş, tesadüfen yoldan geçen bir adam da bu cinayete tanık oluyor. Evde kimse uyandırılmıyor ve bu cinayeti örtbas etmesi için bu adam kadına yol göstermeye başlıyor. Sonunda birlikte bambaşka bir cinayet senaryosu yazıp kadını kurtarma peşindeler. 

Fakat bu cinayetin bir esrar perdesi yok mu? Gerçekten herşey göründüğü gibi mi? Yani katil kadın mı? Soruşturma başlayınca ne olacak? İşte bunu daha sonra göreceğiz.

Agatha Christie'nin olayları anlatış biçimine, betimlemelerine hayranım. Bu kitap da su gibi akacak gibi görünüyor...

Çekim Yasası - Douglas Fairbanks

Adından da anlaşılacağı gibi bu bir kişisel gelişim kitabı. Bir iki kez okunup, okuduklarımız tekrar hatırlanabilir. Sıkmayan akıcı, güzel tavsiyeler veren, faydalı bir kitap.

Bazı alıntılara yer verelim...

Hep böyle bir fırın işletmek istemişimdir :)) Birgün mutlaka ;)

Bir Kişilik Oluşturmak bölümünden: "... Sağlıklı kişilik, kişisel gelişimin tamamlanmasıdır - bedensel, zihinsel ve ruhsal olarak. Ama bütün kişilikler sağlıklı olmayabilir, çünkü bu kişinin yüreğiyle ilgili birşeydir. Bu yüzden tüm kişilikler her zaman dünyanın yararına değildir. Bahsettiğimiz şey sağlıklı bir kişilik. Böylesi bir kişiliğe sahip olma düşüncesi kutsaldır. Kişilik, en dürüst ve içten inançlarımızla desteklenen yaşama hazırlık olmadan asla mükemmel olamaz. Kişilik pek çok nitelikten oluşur ve nasıl kardeşler türlü türlüyse, kişilikler de öyledir. Mükemmel kişilik gelişiminde sürekli bir ilgi ve güvenliğine, sürekli bir koruma ister. Pazardan alınabilecek birşey değildir. Parça parça inşa edilmeli ve olduğumuz herşey onun bir parçası haline gelmelidir.

Yazıdan da anlaşılacağı gibi çevirisi kötü maalesef ama ne demek istediği anlaşılıyor.

Kendimizi Demokratik Kılmak bölümünden: "... Dünya açık fikirli insanları sever. Bu gelişen yurttaşın herzamanki ruh halidir. Bilmek ister ve erişilebilirliği sayesinde bilgi ona gelir. Hiç kimse zaten herşeyi bilen egoiste bilgi taşıma görevini üstlenmez. Böylesine doğuştan huysuz olanları, kendi yarı pişmiş bilgi fırınları içinde bırakmak gerekir. Hayat, onu eğitmek adına zaman harcamak için çok kısa."

Beden ve Zihin Temizliği bölümünden: "... Hiçbir şey başarısızlığı, zihnin ve bedenin kirlenmesinden daha hızlı üretemez. Başarılı olanlar böylesi bir duruma düşme düşüncesinden her zaman uzak durur. Mümkün olduğunca açık yaşarlar. Sabah ve akşam egzersiz yaparlar. İyi kitap okurlar, kaliteli oyunlara katılırlar ve dünyadaki sanat ve düşünce değişimleriyle her zaman temas halindedirler. Yüzleri açık ve gün ışığıyla doludur. Onları herbir yandan kuşatan bin ya da bir tane fırsattan yararlanma becerisi ve sadece emin olmayı isteyen bir oyunda hayatın onları yenemeyeceği konusunda kararlıdırlar."

Enerji, Başarı ve Kahkaha bölümünden: "... Enerji ve şevk dışında, görmezden gelemeyeceğimiz başka birşey daha var... Aslında en başından beri işlenen ve korunan birşey... kahkaha. Sadece enerji ve şevke sahip olmak bile bizim kahkaha atmamıza neden olur. Atlayıp, zıplamak ve dans etmek isteriz. Eğer böyle hissediyorsak bunu yapmaktan korkmayalım. Dışarı çık ve bir okul çocuğu gibi koş. Çukurların üstünden zıpla, çitleri aş, kollarını salla! Doğadan gelen çağrıya cevap vermek için asla geç kalma. Hatta bu bizim ikinci doğamız haline gelene kadar bu çağrıyı kendi içimizde de kazanmaya çalışabiliriz. Ve sabah uyandığımızda yürekten gelen bir kahkaha ile gün başlamak için karalı olalım. Hayatta olduğunuz için kahkaha atın. Kendinize izin verin. İşte sır bu, kendine izin verme becerisi.

Eğer bunu bir din gibi takip edersek, günümüzün ne kadar başarılı geçeceğine çok şaşıracağız. Herşey buna boyun eğmekle başlayacak."

Keşke kolayca kahkaha atıversek değil mi? Hiç kötü birşey yaşamamış gibi... Hele sabahları ne kadar zordur gülebilmek, uykuluyken... İçimizdeki çocuğu diri tutabilmek dileklerimle.

Bugünlerde Okuduğum Kitaplar


İşte son zamanlarda okuduğum kitaplar bu 3'ü. Halim Yazıcı'nın Küçük Taşlar İklimi imzalatılmış şiir kitabım, önce ondan alıntılara yer vereceğim...

masalın

yağmur dedi bana
onların yalancısıyım

ıslak kirpikleri
kuşların

soğuktan titrerken
sabah güneşleri

ipekten müziği
dinlerdi çocuklar

ağaçların
gülhatmilerin

gökyüzü ve
yeryüzü ellerinin

sokak kedileri
dedi bana

ne zaman kanatlansa
yeniden dağlar

elleri arkasında
peşimden koşar

bütün seslerin
masallar dedi bana
uyurken kurtlar kuşlar

seslenir oldu
hayallerim

çıtınız çıkmadı
çocuklar ölürken

yıldırımlar
çarpmasına rağmen

kalbime
yıldırımlar.

gitsem...

gitsem sardunyalara
günaydın öpücüğü versem
bir balığa

şiirime sus işareti
versem de
alıp gitsem aklımı

gelmesem kendimden
ağzında dursam
yanardağın

değse dudakları şiirime
yanan omzun
başımda kül

sokak araları püsküllü bela
olsa başına
ömrümün

ne sen farkına varsan bunların
ne de göğüsleri
kumruların

kimseden habersiz
kimseciklerden

masal olup gitsem

annem farkına varsa
eski evimizin

merdivenlerinde
uçan sularda

yıkansam yine

incir ve erik ağaçlarının
kokusu sinse

kokusuna
arkadaşlarımın

sinemaya giderken
tahta sokaklarda

elimden düşse
günaydın kuşum

bunu biliyordum
desen

ölürken koynumda.

Şiir okurken böyle. Bir mısra anlıyorsunuz sonra bir kopukluk, sonra başka bir mısrayı anlıyorsunuz, ardındaki mısrayı anlamayabiliyorsunuz. Her şair böyle değil ama bu şekilde yazan çok. Ben herşeyini anladığım şiirleri daha çok seviyorum. Ökkeş Öztürk'ü daha çok beğendiğimi söyleyeyim, ne dediğini tamamen anlayabildiğim için. İmgeleme ve sezdirme tarzı hoşuma gitmiyor.

Halim Yazıcı İzmir'li bir şair, orada yaşıyor. Bir haftasonu şehrimize gelip söyleşi yaptı bizlerle ve kitaplarını imzaladı. Söyleşisi çok keyifliydi, ona diyecek bir sözüm yok. 

Bir sonraki yazımda diğer kitaba geçelim...

Neden Yazıyorum? - George Orwell

Kaynak: kitapveyorum.com

Yazarlık atölyemizin Facebook Sayfasında bir arkadaşımız bu yazıyı paylaştı, ben de çok beğendim ve sizlerle paylaşmak istiyorum:
Oldukça erken bir yaştan, belki beş ya da altı yaşından itibaren büyüyünce yazar olmam gerektiğini biliyordum. On yedi ile yirmi dört yaşlarım arasında bu fikirden caymaya çalıştıysam da, bunu yaparken esas doğama zulmettiğimin ve er ya da geç yola gelip kitap yazmam gerekeceğinin bilincindeydim. Üç kardeşin ortancasıydım, ama iki kardeşimle de aramda beşer yaş vardı ve sekiz yaşıma gelene dek babamı hemen hiç görmedim. Hem bu yüzden hem de başka sebeplerden ötürü biraz yalnızdım ve kısa sürede okul günlerim boyunca sevilmememe yol açacak nahoş bir yapmacıklık geliştirdim. Yalnız çocuklara özgü olan hikaye uydurmak ve hayali insanlarla konuşmak gibi alışkanlıklarım vardı ve sanırım edebiyat tutkum ta en başından beri dışlanmış ve küçümsenmiş olma hisleriyle birlikte ilerliyordu. Sözcüklerle aramın iyi olduğunu ve tatsız gerçeklerle yüzleşme yetisine sahip olduğumu biliyor ve bunun günlük yaşamdaki başarısızlığımdan kendimi koruyabileceğim bir çeşit kişisel dünya yarattığını hissediyordum. Tüm bunlara rağmen, bütün çocukluğum ve gençliğim boyunca ürettiğim ciddi -yani ciddi bir şekilde tasarlanmış- sayfalar yarım düzine bile etmez. İlk şiirimi dört ya da beş yaşımdayken anneme dikte ederek yazdım. Şiirin bir kaplan hakkında olması ve kaplanın 7 "sandalyemsi dişleri" (aslında gayet güzel bir ifade, ama şiirin Blake'in "Kaplan, Kaplan" şiirinden aşırma olduğunu sanıyorum) dışında, hiçbir şeyini hatırlamıyorum. On bir yaşında, 1914-18 savaşı patlak verdiğinde yazdığım vatansever şiir gibi, iki yıl sonra Kitchener'ın ölümü üzerine yazdığım şiir de yerel gazetede basılmıştı. Biraz daha büyüdüğümde, arada sırada kötü ve genelde bitmemiş, George dönemine özgü "doğa şiirleri" yazıyordum. Bir keresinde kısa öykü yazmaya kalkıştıysam da, sonuç korkunç bir fiyasko olmuştu. Tüm o yıllar boyunca kağıda geçirdiğim sözüm ona ciddi eserlerin tamamı bundan ibaretti. Yine de bu süre boyunca bir anlamda edebi etkinliklerim oldu. Öncelikle hızla, kolayca ve pek de zevk almadan üretti¬ğim ısmarlama şeyler vardı. Ödevlerin yam sıra, şimdi bana hayret verici gelen bir hızla ortaya çıkarabildiğim "günün anlam ve önemine uygun", yarı mizahi şiirler yazıyor, on dördümde, Aristofanes'i taklit ederek kafiyeli bir oyunun tamamını aşağı yukarı bir haftada yazmıştım-ve hem el yazması hem de basılı okul dergilerinin yayına hazırlanmasına yardımcı oluyordum. Bu dergiler, aklınızın alabileceği en acınası derecede gülünç şeylerdi ve bugün en ucuz gazeteciliğin gerektireceğinden daha bile az uğraşıyordum onlarla. Fakat tüm bunların yanında, on beş yıl ya da daha uzun bir süre boyunca, oldukça farklı türden bir edebi alıştırma yaptım: kendim hakkında süre giden bir "hikaye"nin uydurulması, yalnızca aklımda var olan türden bir günlük. Bunun, çocuklar ve ergenlerde yaygın olan bir alışkanlık olduğunu sanıyorum. Çok küçük bir çocukken, kafamda mesela Robin Hood olduğumu kuruyor ve kendimi heyecanlı maceraların kahramanı olarak hayal ediyordum. Fakat "hikayem" kısa sürede kabaca narsistçe olmaktan çıkıp giderek yaptığım ve gördüğüm şeylerin sade bir tasvirine dönüşüyordu. Bir seferde kafamdan dakikalarca şu tür şeyler ge¬çiyordu: "Kapıyı iterek açtı ve odaya girdi. Sarı bir güneş ışığı huzmesi, muslin perdeden süzülerek, bir hokkanın ve yanında yarı açık duran kibrit kutusunun durduğu masaya düşüyordu. Sağ eli cebinde, pencereye yöneldi. Sokakta, üç renkli bir kedi, ölü bir yaprağın peşindeydi," vs. vs. Bu alışkanlık yaklaşık yirmi beş yaşına gelene kadar, gayri edebi yıllarım boyunca varlığını sürdürdü. Doğru sözcükleri aramam gerekmiş olsa da, ki aradım, bu tasvir çabasını dışarıdan gelen bir dürtüyle, neredeyse iradem dışında gösterir gibiydim. "Hikaye", tahmin ediyorum, farklı yaşlarda hayranlık duyduğum çeşitli yazarların stillerini yansıtmış olmalı, ancak hatırladığım kadarıyla hep aynı titiz tasvir niteliğine sahipti. Yaklaşık on altı yaşındayken, birdenbire sade sözcüklerin hazzını, yani sözcüklerin seslerini ve çağrışımlarını keşfettim. Kayıp Cennet'ten* Böyle meşakkatle ve emekle devam eder, meşakkat ve emekle ... ** dizeleri, şimdi bana artık o kadar harika gelmeseler de o zaman tüylerimi diken diken ediyorlardı ve "he"nin "hee" diye yazılması ayrıca büyük bir zevkti. Bir şeyleri tasvir etme ihtiyacı konusunda ise her şeyi biliyordum. O zamanlar kitap yazmak istediğim söylenebilirse, ne tür kitaplar yazmak istediğim ortadaydı: Mutsuz sonları olan; ayrıntılı tasvirler, çarpıcı benzetme- * John Milton'ın, Adem ile Havva'nın cennetten kovuluşunu anlatan epik şiiri. (ç.n.) ** So hee with difficulty and labour hard Moved on: with difficulty and labour hee (e.n.) ler ve sözcüklerin bir ölçüde kendi sesleri uğruna kullanıldığı ağdalı pasajlarla dolu muazzam natüralist romanlar yazmak istiyordum. Ve otuz yaşındayken yazdığım, ama çok daha önceden tasarlamış olduğum ilk tamamlanan romanım Burma Günleri, gerçekten de daha çok bu tarz bir kitaptır. Geçmişimle ilgili tüm bu bilgileri veriyorum, çünkü bir yazarın dürtülerinin ilk gelişimine dair bir şeyler bilinmeden değerlendirilebileceğine inanmıyorum. Yazarın meselesi yaşadığı çağ tarafından belirlenecektir -bu en azından bizimki gibi hareketli ve devrimci çağlar için geçerlidir- fakat yazar, daha yazmaya başlamadan, hiçbir zaman tamamen kurtulamayacağı duygusal bir tutum edinmiş olacaktır. Kuşkusuz, coşkusunu dizginlemek ve olgunlaşmamış bir aşamada, sapkın bir ruh halinde takılıp kalmaktan kaçınmakla yükümlüdür; fakat erken dönem etkilerinin hepsinden birden kaçtığında, yazma itkisini de öldürmüş olur. Geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda yazmayı (en azından nesir yazmayı) sağlayan dört temel dürtü vardır. Bu dürtüler, her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüleri her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir. Bunları şöyle sıralayabiliriz: (I) Katıksız egoizm. Zeki görünme, hakkında konuşulma, ölümden sonra hatırlanma, çocukluğunda kendisini hakir gören yetişkinlerden intikam alma vb. arzular. Bu dürtü yokmuş, güçlü değilmiş gibi davranmak saçmalıktır. Yazarlar bu özelliği bilim insanları, politikacılar, avukatlar, askerler ve başarılı iş adamlarıyla; kısacası insanlığın üst tabakasıyla paylaşır. İnsanların büyük çoğunluğu aşırı bencil değildir. Otuz yaşından sonra, birey olma hissini neredeyse tamamıyla terk eder ve genellikle başkaları için yaşar, veya sadece ağır işlerin altında ezilirler. Ancak bir de, sônuna dek kendi hayatlarını yaşamakta 10 kararlı olan iradeli ve yetenekli insanlardan oluşan bir azınlık vardır ve yazarlar bu sınıfa dahildir. Şöyle söyleyebilirim ki, ciddi yazarlar gazetecilere oranla paraya daha az düşkün olsalar da, sonuçta daha kibirli ve benmerkezcidirler. (il) Estetik coşku. Dış dünyada ve diğer yandan sözcüklerde ve sözcüklerin doğru bir şekilde düzenlenmelerinde güzelliğin algılanması. Şu ya da bu sesin etkisinden, iyi nesrin sertliğinden ya da iyi bir hikayenin ritminden zevk duymak. Kişinin değerli bulduğu, kaçırılmaması gerektiğini hissettiği bir deneyimi paylaşma tutkusu. Estetik dürtüsü, birçok yazarda oldukça güçsüzdür; ama propaganda ya da ders kitabı yazan bir yazar bile, faydacı olmayan nedenlerle hoşuna giden sözcükleri ya da ifadeleri sevecektir veya tipografiyi, kenarların genişliğini vs. önemseyecektir. Demiryolu kılavuzu seviyesinin üstündeki hiçbir kitap estetik kaygılardan tamamen muaf değildir. (III) Tarihsel itki. Şeyleri oldukları gibi görme, gerçekleri bulma ve gelecek nesillerin kullanımı için saklama arzusu. (iV) Politik amaçlar. "Politik" sözcüğü mümkün olan en geniş anlamında kullanılarak. Dünyayı belirli bir yöne götürme, diğer insanların uğrunda çabalamaları gereken toplumun nasıl bir şey olduğu hakkındaki fikirlerini değiştirme. Bir kez daha söylüyorum: Hiçbir kitap politik eğilimlerden gerçekten bağımsız değildir. Sanahn politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur. Bu farklı itkilerin nasıl birbirleriyle mücadele etmek ve kişiden kişiye ve zamandan zamana değişmek zorunda oldukları görülebilir. "Yaradılış"ın ilk yetişkin olduğunuzda eriştiğiniz durum olduğunu düşündüğünüzde; yaradılış itibarıyla, ilk üç dürtünün dördüncüye ağır bastığı bir insanım. Barışçıl bir çağda şatafatlı ya da sadece betimleyici kitaplar yazabilir ve 11 politik bağlılıklarımdan neredeyse bihaber olabilirdim. Ancak şimdi bir tür propagandacı olmak zorunda bırakıldım. İlk olarak, uygun olmayan bir meslekte beş yıl geçirdim (Burma' da Hint İmparatorluk Polisi olarak); ardından yoksulluk çektim ve başarısızlık hissini yaşadım. Bu, otoriteye olan doğal nefretimi artırarak, ilk defa çalışan sınıfların varlığının tamamen farkına varmama yol açtı. Burma' da ki iş ise, emperyalizmin doğasını biraz olsun anlamamı sağladı. Ancak bu deneyimler, kesin bir politik yönelime sahip olmam için yeterli değildi. Ardından Hitler, İspanya İç Savaşı vs. geldi. 1935'in sonunda hala kesin bir karara varamamıştım. O tarihte yazdığım, ikilemimi dışa vuran küçük bir şiir hatırlıyorum: 12 Mutlu bir papaz olabilirdim İki yüz yıl önce Tanrı'nın hükmü hakkında vaaz vermek Ve cevizlerimin büyümesini izlemek üzere; Ama yazık ki doğdum şeytani bir çağda, Kaçırdım o hoş sığınağı, Zira üst dudağımın üstünde tüy bitti Ve tüm ruhban sinekkaydı. Ve sonra hala zaman iyi zamandı, Ne kadar da kolay tatmin oluyorduk, • Dertli düşüncelerimizi sallayıp uyuttuk Ağaçların koynunda. Hepimiz de cahil, cüret ettik Şimdi gizlediğim hazlara sahip olmaya; Elma dalındaki yeşil ispinoz Düşmanlarımı titretebilirdi. Ama kızların belleri ve şeftalileri, Gölgeli bir akıntıda sazan, Atlar, şafak vakti uçan ördekler, Tüm bunlar bir hayal. Yasak tekrar hayal kurmak; Hazlarımızı sakatlıyor ya da saklıyoruz: Atlar krom çeliğinden yapılmış Ve onlara küçük şişman adamlar binecek. Asla dönmemiş olan helezonum ben, Haremi olmayan harem ağası; Rahiple komiser arasında Yürüyorum Eugene Aram gibi; Ve komiser falıma bakıyor Radyo çalarken, Fakat rahip bir Austin Seven söz verdi, Çünkü Duggie hep öder. Rüyamda mermer salonlarda oturduğumu gördüm, Ve uyanıp gerçek olduğunu keşfettim; Böyle bir çağ için doğmamıştım; Ya Smith? Ya Jones? Ya sen? İspanya İç Savaşı ve 1936-37 yıllarındaki diğer olaylar durumu değiştirdi ve ondan sonra nerede durduğumu bilmeye başladım. 1936'dan bu yana yazdığım ciddi eserlerin her satırı, doğrudan ya da dolaylı olarak, totalitarizme karşı durarak ve -benim anladığım biçimiyle- demokratik sosyalizmi destekleyerek yazıldı. Bizimki gibi bir dönemde insanın bu tür konular hakkında 13 yazmaktan kaçınabileceğini düşünmek bence saçmalık. Herkes şu ya da bu biçimde bunlar hakkında yazıyor. Bu, basitçe, hangi tarafta durduğunuz ve hangi yaklaşıma sahip olduğunuzla ilgili bir mesele. Ve politik eğilimlerinin bilincine vardıkça, insanın, estetik duygusundan ve entelektüel duruşundan taviz vermeksizin politik davranma olanağı da artıyor. Geçtiğimiz on yıl boyunca en çok yapmak istediğim şey, politik yazarlığı sanata dönüştürmekti. Başlangıç noktam hep bir partizanlık hissi, bir adaletsizlik duygusu oldu. Kitap yazmaya koyulduğumda, kendime, "bir sanat eseri üreteceğim," demiyorum. Yazmak istiyorum, çünkü ortaya çıkarmak istediğim bir yalan, dikkat çekmek istediğim bir olgu var ve başlangıçtaki kaygım, sesimi duyurmak. Ancak aynı zamanda estetik bir deneyim de olmasaydı asla bir kitap, hatta uzun bir dergi yazısı yazma işinin üstesinden gelemezdim. Eserlerimi inceleyecek herkes, düpedüz propaganda olduklarında dahi, profesyonel bir politikacının önemsiz addedeceği birçok şey içerdiklerini görecektir. Çocukluğumda edindiğim dünya görüşünden tamamıyla vazgeçmeyi ne becerebilirim ne de istiyorum. Yaşamaya devam ettiğim sürece, nesir tarzına dair net fikirlere sahip olmayı, dünyanın yüzeyini sevmeyi ve sağlam nesnelerden; işe yaramaz bilgi kırıntılarından zevk almayı sürdüreceğim. Bu yönümü bastırmaya çalışmanın faydası yok. Yapmam gereken, içime işlemiş olan beğendiğim ve beğenmediğim şeyleri, bu çağın hepimize dayattığı; özünde kamusal, gayri-bireysel etkinliklerle bağdaştırmak. Bu kolay değil. Yapı ve dil sorunlarını ve yeni bir şekilde, doğru sözlülük sorununu yaratıyor. Ortaya çıkan zorluğun basit bir örneğini vermeme izin verin. İspanya İç Savaşı hakkındaki kitabım Katalonya'ya Selam, tabii ki açıkça politik bir kitap, ancak ağırlıklı olarak belirli bir mesafe ve biçim gözetilerek yazıldı. Edebi içgüdülerimi ihlal etmeden hakikatin tamamını anlatmak için çok çabaladım. Fakat kitap diğer her şeyin yanında, Franco ile beraber komplo düzenlemekle suçlanan Troçkistleri savunan, gazetelerden alıntılarla vs. dolu uzun bir bölüm içeriyor. Bir-iki yıl sonra sıradan okurun gözünde ilginçliğini kaybedecek olan böylesi bir bölümün kitabı mahvetmek zorunda olduğu açık. Saygı duyduğum bir eleştirmen bana bu konuyla ilgili nutuk çekmişti. "Neden tüm o şeyleri yazıya koydun?" dedi. "İyi bir kitap olabilecek bir şeyi gazeteciliğe çevirmişsin." Söylediği şey doğruydu, ama başka türlüsünü yapamazdım. İngiltere' de çok az insanın bilmesine izin verilen bir şeyi, masum insanların haksız yere suçlandığını biliyordum. Buna sinirlenmiş olmasaydım, kitabı asla yazmamam gerekirdi. Bu sorun, şu ya da bu biçimde tekrar ortaya çıkıyor. Dil sorunu daha incelikli bir mevzu ve tartışılması da fazlasıyla uzun sürer. Yalnızca, son yıllarda daha ilginç ve betimleyici olmak yerine daha açık yazmaya çalıştığımı söyleyeceğim. Her koşulda, zaman içinde her türlü yazım tarzının mükemmelleştirdikçe aşılacağını düşünüyorum. Hayvan Çiftliği, ne yaptığımın tamamen bilincinde olarak politik ve sanatsal amaçları bir bü¬tünde kaynaştırmayı denediğim ilk kitaptı. Yedi yıldır roman yazmıyorum, fakat çok yakında bir tane daha yazmayı umuyorum. O da bir başarısızlık olmaya mahkum. Her kitap bir başarısızlıktır, fakat ne tür bir kitap yazmak istediğimi açık bir biçimde biliyorum. Dönüp son birkaç sayfaya baktığımda, sanki yazma dürtüm sadece toplum yararına odaklanan türdenmiş gibi gösterdiğimi görüyorum. Bıraktığım son izlenim bu olsun istemem. Tüm yazarlar kibirli, bencil ve tembeldir ve dürtülerinin altında bir gizem yatar. Kitap yazmak, acı verici bir hastalığın uzun süren nöbetleri gibi insanı bitiren korkunç bir mücadeledir. Ne karşı 15 koyabileceği ne de anlayabileceği bir iblis tarafından itilmese, insan asla böyle bir işe kalkışmazdı. Biliyoruz ki, bu iblis, herkeste, bir bebeğin ilgi çekmek için ciyak ciyak ağlamasına yol açan içgüdünün aynısıdır. Fakat yine de, sürekli kendi kişiliğini gizleme mücadelesi vermediği sürece insanın okunabilir hiç bir şey yazamayacağı da doğrudur. İyi nesir, pencere camına benzer. Hangi dürtülerimin daha güçlü olduğunu kesin olarak söyleyemem, fakat hangilerinin peşine düşülmesi gerektiğini biliyorum. 
Ve dönüp eserlerime baktığımda, politik bir amacım olmayınca hep ruhsuz kitaplar yazdığımı ve ağdalı pasajlara, anlamsız cümlelere, süslü sıfatlara ve genel olarak saçmalığa kapıldığımı görüyorum.

5 Ocak 2016 Salı

Yazarlık Denemelerine Devam

Yazarlık atölyesine devam ettiğimden bahsetmiştim size. Bu haftaki konumuz gerçekten zorlayıcıydı. Hocamız karşı cins gözünden, içinde "bıçak" geçen bir hikaye yazmamızı istedi. Yani ben bir erkek yazarmış gibi kahramanın da erkek olduğu bir hikaye yazdım. 

Ne alaka diyebilirsiniz ama araştırmam esnasında incelikle işlenmiş kılıç sapları karşıma çıktı bir kitapta, o resimleri paylaşmak istiyorum. Bu sanatın nadide parçaları gerçekten. İlk aklıma gelen bir batı - ortaçağ hikayesi yazmak oldu, bıçaklı ve kılıçlı...


Resimlerin kaynağı: Swords and Daggers -  John Hayward

Ama sonra günümüzde geçen bir Antalya hikayesi yazdım yine. Ne de olsa insan yaşadıklarını ve duyduklarını daha gerçekçi anlatıyor ve daha kolay yazıyor:

Dört arkadaş Kesik Minare'nin önünden geçip Üç Kapılar'ın girişine gelmiş, bağıra bağıra konuşmaya başlamıştık. Aldığımız uyuşturucunun etkisi geçmiş, karnımız acıkmış, huzursuzluk başlamıştı. Tartışırken Ali anama küfrü basmış, ben de tokadı çakıp üstüne yürümüş, bıçağımın ucunu etine batırmıştım. Gecenin karanlığında it gibi dalaşıyorduk...

Bir yaşlı amca Hadriyanus Kapısı'ndan içeri ilerleyip merdivenleri çıkmaya başladı. Elinde sigarası, koyu yeşil bir beresi ve omuzuna astığı aynı renk bir çantası vardı. Çanta büyüktü, içindeki cüzdan da büyüktür diye düşündüm.
Merdivenleri çıkıp durdu ve beklemeye başladı. Arkamda bizim çocuklar, öne çıkıp, "Bir sigara versene" dedim. Amca oralı olmadı. Gömleğinin cebindeki sigara paketini işaret ederek "Bir tane ver" diye tekrarladım. Gülümsedi, babacan ve sakindi "Sen içme vermem" dedi. Çileden çıkmış, açlıktan, soğuktan ve uyuşturucu bulamamaktan gözüm dönmüştü. Bıçağımı çıkarıp midesine sapladım. İnledi, yere düştü.

Çantasını kapıp çocukların yanına döndüm. Korkudan nasıl kaçtık, dar sokaklarda ne kadar koştuk hatırlamıyorum...

Şiiri de Severiz

Bu sene Antalya Tüyap kitap fuarında, Antalya'da yaşayan, kitap bastıran yazarlardan birinin şiir kitabını da imzalattım. Şimdiye kadar da açıp okuma imkanı bulamamıştım. Dün okudum ve bazı şiirleri sizinle de paylaşmak istiyorum. Aslında işaretlediğim şiir veya kıtalar oldukça fazla. Burada biraz sınırlamaya gideceğim...





















Babamın benim hayatımdaki yeri büyüktü, 2,5 sene önce vefat etti ama hala sık sık rüyalarıma giriyor. Mezarını ziyaret ettiğimde büyük bir huzur ve rahatlama hissederim. Babam sanki evde bana en güçlü taraftı. Ben, en çok benden yana ve bana destek olan insanı kaybettim. Babalar çok özeldir benim için. O yüzden ilk olarak şairin babasına yazdığı şiiri paylaşacağım:

Ben
Kilis'in bir köyünden
Kör Nayif'in oğluyum
Ak darıya gilgil derdik
Arpaya katar öğütür
Ekmek yapar
Dere kenarında yarpızı
İçine katık eder yerdik

Gelince okul zamanı
Bir düşünce alırdı babamı
Herkes terzilere koşar
Biz eskiciye giderdik
Bana pantolon gömlek
Bir de yemeni seçerdik
O gece bayram ederdik

Aç kalır acı çekerdik
Ama
Onurdan ödün vermezdik

Ben
Kör Nayif'in oğluyum
Atamızdan böyle gördük
İnsanı sevmeyi
Ve yokluğu terbiye etmeyi
Atalarımızdan öğrendik

 ***

Şu panayıra bak
Kaptırmışlar hırslarına benliklerini
Hiç çıkmayacakmış gibi
O son yolculuğa
İnsanlık...

*** 

Düşmeye görsün insan
Yanmış bir kibrit çöpü
Eriyen bir mum
Tükenmiş bir kalem
Misal
Atarlar bir kenara
Buruşmuş bir kağıt gibi
Düşmeye görsün insan
***

Fayda gördüğünüzü umarım, insanlık dersleri veriyor şair. Benim çok hoşuma gitti... İyi haftalar ❤️

1 Ocak 2016 Cuma

2016'ya Dair




Nice mutlu yıllar!
Yeni yıl, sağlık, mutluluk, başarı, birlik beraberlik, bolluk ve bereket dolu geçsin...
smile emotic